Yitip gidenlerin birer can oluşu ve tabi giderken ardlarında bıraktıkları hüzünlü çocuklar, eşler, akrabalar insanı ister istemez hüzünlendirip kedere sürüklüyor. Eminim ki siz okuyucuların tamamı benimle hemfikirsiniz. Bugün insanî bir sorumluluk olarak acıya ortak olsak da biliyoruz ki ateş düştüğü yeri yakıyor.
Şuan istediğimiz her şeyi avazımızın çıktığı kadar haykıralım. Acı bizim diyelim, derde kedere paydaş olduğumuzu belirtelim. Tüm bunlar, ateşin düştüğü ocakların feryatlarına çare olabilir mi? Bir nebze de olsa yakarışlarını dindirebilir mi?
Dindiremeyeceğini hepimiz biliyor olsak da beşeri sorumluluk gereği elbet yanlarında bulunup acılarını paylaşacağız kederlilerin. İnsan oluşumuzun beraberinde getirdiği sosyal sorumluluk bunu gerektirir.
Ne olmuş, niye bu öfke diyeceksiniz? Tüm sorun, Hakkâri-Çukurca karayolunda bir aracın "daha" Zap Suyu'nda içindeki insanlarla beraber kaybolması. Öznesi insan olan bir olaydan bahsediyoruz; siz söyleyin, can mı yanmaz? Öfkeliyim evet; öfkem trafiğin sorumlularına, bu canavara dur diyemeyenlere, yollardan mesul ilgili idarecilere ve zamanı gelince alanlardan eksik olmayan tabi zamanı gelince de eksik olan, gözükmeyen siyasi büyüklerimize!
Bahse konu karayolu sadece yetmiş kilometre, yanlış duymadınız sadece ve sadece yetmiş kilometre. Bu ülke, bu yola bir bariyer yaptırmayacak kadar aciz mi? Yoksa bu yolda seyahat eden yolculara değer vermeyecek kadar vicdan yoksunu mu?
Bir değil, iki değil, üç değil -maalesef- onlarca kötü örneği önümüzde emsal iken bu yolun barikatlarını yapmak için, bu yoldaki trafik canavarına dur demek için daha ne kadar beklenilecek? Ocaklara ateş salan bu karayolun, tam teşekküllü bir yol olması için daha ne kadar can verilmesi gerek? Yazıktır, ayıptır, günahtır!
Istanbul Hakkârililer Derneği Başkanı Şemsettin Demir