İnsan, başını yastığa koyduğunda daha uyumadan önce herkesin bildiği gibi birçok şey düşünür. Bazen gün boyunca yaptığı bazı işlerin, söylediği bazı sözlerin, insanlar arası ilişkiler sonucu ortaya koyduğu bazı davranışların muhasebesini yapar. Bu durum, bir noktada insanın, eksilerini, artılarını değerlendirerek sonucunda elde edilen yararın ve zararın ne olduğu konusunda bir fikir edinmesinde yardımcı olur.
Bu zaman diliminde insanın zihnini, bazen toplumsal olaylar da meşgul eder. Benim de düşüncelerimi işgal eden şeyler olmuyor değil. Bunların en başında her ne kadar istemesem de bilinçaltıma (ya da “bilinç dışı” mı demeliydim?) yerleşen bir şey var ki yakamı pençesinden kurtaramıyorum. Her seferinde beni içine çekip düşündüren ve düşündürdükçe, vicdan sahibi her insan gibi, benim de yüreğimin en derininde cız edip duran bu durumun ne olduğunu elbette siz de merak ediyorsunuzdur.
Sözü fazla uzatmadan sadede geleyim: Ülkemizin içinde bulunduğu ve kapanmaz bir yara gibi olan “savaş hali”. Her ne kadar birileri ısrarla buna “çatışma” deyip dursa da birçok insanın da ifade ettiği gibi bu bir savaş durumudur.
İlk “demokratik açılım” günlerinde hem “Hükümet” hem de “Cumhurbaşkanı” tarafından bir dizi toplantı düzenliyordu malûmunuz: Yazarlarla, sanatçılarla, aydınlarla vs... Cumhurbaşkanı’nın yazarlarla yaptığı bir toplantıda Yaşar Kemal bir konuşma yapmıştı. Bu konuşmanın içinde bir cümle oldukça dikkat çekiciydi. Yaşar Kemal, “Eğer bir yerde bir insan bile öldürülüyorsa orada bir savaş hali vardır.” diyordu. İşte içinde bulunduğumuz bu olumsuz duruma neden “savaş hali” dediğimin gerekçesi Yaşar Kemal’in yukarıda alıntıladığım can alıcı cümlesinde saklıdır.
“Bir insanın öldürülmesi tek başına neden bir savaş hali olsun?” gibisinden bir itiraza şu cevabı vermek ve asıl konuya dönmek istiyorum: Çünkü sebepsiz yere bir insanı öldürmek, bütün insanlığı öldürmek gibidir desturunu Allah’ın kelâmı olan Kur’an’dan öğreniyoruz. Sözün burasında başka bir itiraz daha gelebilir. Mesela “sebepsiz” yere öldürmekten bahsediyor ilgili ayet diyenler çıkabilir. Bu ülkenin yıllardır insanları öldürmeye gerekçe olarak gösterdiği sözüm ona “gerekçelerin” ne kadar haklı gerekçeler olduğu ise çok ayrı bir tartışma konusudur.
Yıllardır her sözü açıldığında bu ülkenin içinde bulunduğu duruma nasıl geldiği konusunda herkesin dile getirdiği, sistemin kendi menfaatine aykırı gördüğü bu ülkenin bazı unsurlarını yok sayan, inkâr eden ve hatta imha etmeye kadar varan “Hitlerci” şovenist düşüncenin yeri de malûmdur. Bunu doğru anlamak için tarafsız kaynakların referansıyla bu toprakların son 200 yıllık tarihini irdelemek gerekecektir. Masa başlarında çeşitli referanslarla hazırlanmış ısmarlama tarihin ışığıyla yola çıkıldığında asla doğru tespitlerin yapılamayacağı aklıselim sahibi her insanın bildiği bir gerçektir. Bütün bu geçmişi özetlemek bile bu kısa yazının kaldıracağı bir şey değildir.
Bu noktada örnek olsun diye şunu söylemekle yetinelim: Altan Tan’ın “Kürtler” isimli kitabında anlattığı “kırkdokuzlar Davası” diye tarihin sayfalarına geçen davanın ne olduğunu, böyle bir girişimin nasıl bir mantığın ürünü olduğu ve dahi neye ve hangi amaca hizmet ettiğini bilmek yeterli olacaktır.
Hal böyle iken sorunun çözüme kavuşması için ne yapılması gerekiyor? Şu ana kadar atılan adımlar doğruysa neden sonuç alınamıyor? İzlenilen yol haritası yanlışsa yanlış bunun neresinde ve bu yanlış nasıl düzeltilir? Takip edilen usulde eksiklikler olduğunu dile getirenlerin çözüme katkı sağlayacak önerileri var mı? Varsa nelerdir? Bir toplumsal barış yapılacaksa en yararlı biçimde nasıl yapılabilir? Bu ülke insanlarının gönülleri arasında birlik ve beraberlik köprüleri kurulacaksa bu köprüleri ayakta tutacak sabiteler neler olmalıdır? Koca bir tarihin uzun bir bölümünü kader birliği içinde geçiren bu insanları yıllarca bir arada tutan neydi? Yoksa öyle değil de bize mi öyle yansıtıldı? Bu vb soruları çoğaltmak mümkündür; ama çözüm sorularda değil bu sorulara verilebilecek sağlıklı cevaplardadır.
Son yüzyılda devlet politikası adına bu ülkede ortaya konulan siyaset, derinlemesine tahlil edildiğinde kanaatimce işin gerçek yüzü ortaya çıkacaktır. “Birinci Dünya Savaşı” ve hemen akabinde “Kurtuluş Savaşı” sırasında takip edilen bu ülkedeki tüm unsurları bütünleyen politika ve cumhuriyetin kuruluşuyla beraber ortaya çıkan yeni politika arasındaki fark neydi? Kanımca izlenilen ilk politika bir kandırmaca süreciydi. Cumhuriyetin kurulması, köprüyü geçmeyi ifade ediyordu ve artık yavaş yavaş gerçek niyet ortaya çıkıyordu. Bu tarihten sonra söylemlerdeki yüz seksen derecelik değişiklik ve devrim adı altında gerçekleştirilen uygulamalar incelendiğinde bu tespit isabetli olduğu ortaya çıkacaktır. “Birinci meclis”in açılışında yapılan konuşmalar ile “ikinci meclis”in açılışında yapılan konuşmalardaki söylem farkı da bunun göstergesidir.
Yukarıdaki paragrafta işaret edilen mevcut sistemle ilgili gerçekleri, Osman Can’ın “Darbe Yargısının Sonu” adlı kitabını okumayanların, doğru bir şekilde anlayamayacakları ve hata mevcut sistemin nasıl da sorunun ta kendisi olduğunu fark edemeyecekleri bariz bir gerçektir. Yıllardır birilerinin arzusu doğrultusunda hazırlanan düzmece tarihle inşa edilen beyinler tarafından gerçeklerin sağlıklı bir yaklaşımla değerlendirilmesini beklemek beyhudelik olacaktır. Bu şekilde oluşan bir tasavvur üzerine kurulan bir aklın yapacağı bir durum değerlendirmesi, amuda kalkmış birinin her şeyi baş aşağı görmeye başlamasından farksız olacaktır.
Osman Can’ın söz konusu kitabında, sistemin temel referansları, bir bir ele alınıp analiz edilmekte ve sonuçta, sistemin kendi geleceğini garanti altına almak uğruna, nasıl da her şeyi çarpık bir hukuk anlayışıyla kılıfladığını çok güzel şekilde, gerçek bir hukuk adamı değerlendirmesiyle, gözler önüne serilmektedir. Yazar, durum tespiti yapmakla yetinmiyor, sistem eliyle bir kangrene dönüşen ve sadece belli bir kesimin değil toplumun tamamını ilgilendiren ve derinden etkileyen bu trajedi halinin son bulması noktasında yargı alanında yapılması gereken olası reformlar için önerilerde de bulunuyor. İnsan haklarına, evrensel hukuk normlarına ve gerçek anlamda adalet temelleri üzerine inşa edilmiş demokratik toplum anlayışına inanan her insanın sonuçta gelmesi gereken noktaya ilişkin işin ehli bir aydın tarafından çok can alıcı tespitler yapılmakta ve çözüm için atılması gereken adımlar sıralanmaktadır.
Bütün bunların arkasından söylenecek bir şey mutlaka vardır. Eğer bir barış yapılacaksa (ki bu kaçınılmazdır) ve bu barışın bu ülkede kalıcı olması isteniyorsa, yapılması gereken tek bir şey vardır: ”Barışa komple ve hep beraber gitmek.” Bu mesaj Allah’ın iman eden kullarına yaptığı emir niteliğinde bir uyarısıdır.
Pekiyi bu mümkün müdür? Allah, insanlardan yapamayacakları bir istekte bulunmayacağına göre bu mümkündür ve bunun mümkün olduğuna bütün kalbimle inanıyorum. Barışa komple girmek ne demek? Barışa komple girmek demek, barıştan önemli olmayan hiç bir bahaneye sığınmamak demektir. Bütün tabuların yıkılması, hiç bir kişi ve ve zümreye kursallık zırhının giydirilmemesi demektir. Barışın, genelde tüm insanlar için ve özelde bu ülkedeki tüm kesimler için vazgeçilemeyecek bir değer olduğu gerçeği asla akıldan çıkarılmaması demektir.
Bu kutsal değeri, topluma kazandırma mücadelesi yapılırken atılacak adımlar asla bir “iktidar olma içgüdüsü” ve “oy avcılığı kurnazlığı” uğruna heder edilmemelidir. Bireysel ve kurumsal faaliyetler kapsamında toplumsal barış uğruna atılacak adımlar, “ne kaybederim, ne kazanırım” gibi küçük hesaplar yapılmamalıdır.
Sonucunda barış elde edilecekse mikro plânda kaybetmiş görünenlerin, makro plânda asıl kazananlar olacağı ve bu vesileyle bu ülkenin acil ihtiyaç duyduğu barışın gelecek olması tek başına bir galibiyet olacağı gerçeği akıldan çıkarılmamalıdır.
Asırlardır oluşmuş yaralar var bu ülkede. Hiç iyileşmeyen, kanayıp duran, kabuk bile bağlamayan yaralar... Bu ülkede huzur isteyen herkes, bu yaraların merhemlenmesini, sarılmasını ve iyileşmesini istiyor ve istemek zorundadır. Bunu istemeyenler de vardır elbette ve muhakkak var olmaya devam edeceklerdir. Sahip oldukları her şeylerini, (iktidarlarını, ideolojilerini, mal ve mülklerini, kurulu düzenlerini, kısaca onları ayakta tutan her ne varsa...) bu ülkede yıllardır devam etmekte olan malûm savaş ortamına, inkâr ve imha politikalarına, sistemin ceberut anlayışına borçlu olanlar elbette çözüm istemeyecektir. Bu ülkede barış istemeyenler, sadece mevcut sistemin savunucuları olup onun nimetlerinden faydalanalar değildir.
Sistem tarafından mağdur edildiği halde sistemin kendilerine bir şekilde imkânlar sunduğu zümreler de mevcuttur. Hatta kendisine tecavüz eden oğlana âşık olmuş zavallı kızın sendromunu yaşayanlar da bu talihsizliğin müşterileridir. Bunların yanı sıra ömürlerini sistemle savaş etmeye adayanların içindeki derin odaklarda bu diğer üç gruba dâhildir. Varlıklarını borçlu oldukları bu çarkın dönmemesi demek onların, her şeyleriyle beraber bitmesi anlamına geleceği için, çözüm noktasında atılan her adıma mutlaka bir çelme takmaya çalışacaklardır.
Hata yaygara koparacaklardır sistem elden gidiyor ya da bunlar sizi yine kandırmaya çalışıyor diye. Aslında biz elden gidiyoruz demek istiyorlar da açıkça diyemiyorlar; çünkü bunu dedikleri anda maskeleri düşecek, sahte boyaları dökülecek ve foyaları, yani gerçek yüzleri, ortaya çıkacaktır. Yoksa kötülükleri ve yanlışları savunmak sağlıklı insanların yapacağı iş değildir.
Sözün burasında dile getirilmesi gereken genel geçer bir kural daha var: Sorunların sebepleri bilinmeden, bu sebepler dikkate alınıp kökleri kurutulmadan, sonuçlar üzerinde yoğunlaşarak çözümler üretmeye çalışmak, beyhude çırpınışlar ötesine geçemeyecektir.
Hangi problem olursa olsun, o problemin ortaya çıkmasına sebebiyet teşkil eden unsurlar ortadan kaldırılmadan, sağlıklı bir çözüm elde edilemeyecektir. Durum böyleyken, içinde bulunduğumuz bu savaş halinin ortaya çıkmasına sebep olan ve geçmişi neredeyse yüz yıldan daha uzun bir süreye dayanan, şovenizm kokan zihniyetin ürünü yaklaşımların ve yanlış politikaların, gerçek anlamda analizi yapılmadan, sadece sonuçlar üzerinde değerlendirmelerde bulunarak bir çözüme kavuşturmaya çalışmak boşa kürek çekmekten başka ne işe yarar?
Allah aşkınıza, deve kuşu gibi başımızı kuma gömerek gerçeklerden kaçabileceğimize ve insanları artık bu saatten sonra, geçmişte defalarca yaptığımız ya da yapmaya çalıştığımız gibi, kandırabileceğimize mi inanıyorsunuz? Bu güne kadar bu anlayışla hareket edenlerin ve bu politikalarla bu ülkeyi yönetmeye çalışanların geldikleri nokta, hali hazırda ortada iken, aynı yanlışlarla hareket ederek sağlıklı sonuçlar elde etmemiz mümkün müdür?
Bu ülkede bir avuç “azgın azınlığın” nemalandıkları çarpık çarklarını devam ettirmek için, bize ne bedeller ödettiklerini bilmeden yola çıkmak bilinmezlere dalmaktan, yanlış rüzgârlara yelken açmaktan, en sade ifadesiyle birilerinin dolmuşuna binmekten ve onların ekmeklerine yağ sürmekten başka ne işe yarayabilir? Mevcut sistem, Atilla İlhan’ın tabiriyle bu ülkenin insanlarına giydirilmiş bir “deli Gömleği”nden başka bir şey değildir. Bu gömleği giyerek soruna çözüm aramak, Bakırköy’e doğru yol almaktan başka bir işe yaramaz.
Yukarıda dile getirilen gerçekler elbette ki böyle bir ya da bir kaç yazının içine sığdırılabilecek bir meseleden ibaret değildir; çok daha geniş bir çalışmanın konusudur. Bu ülkenin şanlı(!) tarihi, tarafsız tarihçiler eliyle, enine boyuna ele alınıp tekrar analiz edilmesi gereken bir geçmişe sahiptir. Bu da benim değil, işin uzmanı olan kişilerin ilgilenmesi gereken bir konudur.
Buraya kadar gelmişken Ahmet Altan’ın, bir yazısında; “Neden bir halkın kaderini belirlemek bir başka halkın elinde olsun?” sözü dile getirilmeden geçmemek gerekir. Sonuna kadar doğru olan bu ifadeler meramımızı çok daha iyi dile getiriyor. Saçma sapan yasaklarla, mantıksız gerekçelerle yıllardır bu ülkenin bir birçok kesimine çektirilen acıların, ödettirilen haksız bedellerin muhasebesi yapılmadan, mağdur edilenlerin mağduriyetleri giderilmeden, hiç olmazsa bu ülkede belli kesimlere çektirilen acılardan dolayı gerçek anlamda bir özür dileme zahmetinde bile bulunulmadan, nasıl bir huzur ortamı sağlanabilir ki? Dikkat ettiyseniz yazının başından beri dile getirdiğim sıkıntılar sadece bu ülkenin bir kesimini ilgilendiren şeyler değildir. Bu ülkede haksızlığa uğramış tüm kesimlerin (Türkler, Kürtler, aleviler, solcular, müslümanlar, gayrimüslimler, yabancılar, başörtülüler, vb...) yıllardır uğradığı haksızlıklardan bahsediyoruz.
Kısaca bu ülkede zorunlu bir toplumsal barışa ihtiyaç vardır. Çok geç kaldığımız elbette doğrudur; ama daha fazla geç kalmamak ve fırsatları kaçırmamak için bu ülke, tüm kurum ve kuruluşları, tüm sivil toplum örgütleri ve tüm bireyleriyle bu konuda üzerine düşenin daha fazlasını yapmak zorundadır. Bu ülkede barış ve huzur ortamını gerçekleştirecek ve buna olumlu katkı sağlayacak herkesi tarih, ak sayfalarında sonraki kuşaklara, “yüzü ak” kişiler olarak aktaracaktır. Buna katkı sağlamak istemeyenleri ve dahası engel olmak için çaba sarf edenleri ise tarih, kara sayfalarında “yüzü kara” olanlar arasında sayacaktır. Kim ne niyet besliyorsa içinde, ahirinde ancak ona nail olacaktır.
Farklılıklarımız değil, ortak yanlarımız referansımız olmalıdır. Et ile tırnak gibi birbirinden ayrılmaz bütünler haline gelmiş bu toprakların üzerinde asırlardır yaşayan tüm insanların hareket noktası bu olmalıdır. Bizi biz yapan değerlerimize sahip çıkarak ve bizi biz olmaktan çıkaran arazlarımızdan ise yüz çevirerek, ancak hedefleyeceğimiz menzile ulaşabiliriz. Bütün çabamız, bu ülkenin geleceğini ve yeni nesillerin huzuru için çalışmak olmalıdır.
Bu savaşın kazananı yoktur. Kardeş kavgasının kazananı dahi sonuçta kaybetmiştir. Biz kaybettik bari çocuklarımız kazansın. Biz yaşayamadık barı torunlarımız huzur içinde yaşasın. Ben bir öğretmenim. Yarınlarımızın teminatı olan öğrencilerimi/çocuklarımı bu temel felsefe ile eğitmeye çalışmaktayım. Onları buna inandırma, umutlarını geliştirme, ufuklarını genişletme uğraşındayım. Hayatın gerçek anlamda özneleri olma yolunda bir nebze de olsa onlara ışık ışık olmayı çabalamaktayım. Tüm öğretmen arkadaşlarımın da aynı misyon sahibi oldukları da şüphesizdir.
Çok kere bu küçücük çocukların kocaman akılları ile bana yönettikleri sorulara muhatap oluyor ve inanın altında eziliyorum. Onalar sorabiliyor; ama ben cevaplayamıyorum. Yaşamanın güzelliğini ve sıcaklığını anlatmaya çalışırken dört bir yandan gelen ölümlerin gerçekliği ve soğuk rüzgârı karşısında insan çaresiz kalıyor. Hayatın kara kışını iliklerine kadar yaşarken bu çocuklar, baharın güzelliğini hangi dille anlatmalıyız onlara inanın bilemiyorum.
Bu yazıyı, bencileyin düşünen, sesimi duyan ve bu şekilde umut besleyen herkese bir çığlık niyeti taşısın diye yazıyorum. Bu yazı, onu okuma zahmetinde bulunan ve benimle aynı düşüncede olanların sesi olması niyetini de taşıyor içinde. Eğer sözlerimle gayri ihtiyarî birilerini incitmişsem af oluna. Sırf şahsî ve menfi çıkarları yüzünden kulaklarını bütün bu gerçeklere kapatanlar da olacaktır. Onları da anladığımı ifade etmek istiyorum ve tâbii ki onların, bu şekildeki yaklaşımlarını da insanlığın ortak vicdanına havale ediyorum.
Eğer yukarıda dile getirmeye çalıştığım düşüncelerim, içinde bulunduğumuz toplumsal barış sürecine bir katkı sağlayacaksa, hiç olmazsa bu sözlerimi okuyan bir kişinin bile bakış açısının değişmesinde ufak da bir katkı sağlayacaksa amacına ulaşmış demektir. Özelde bu ülkenin insanları, genelde bütün dünya toplulukları için içinde ölümün ve savaşın, huzursuzluğun ve kargaşanın olmadığı güzel ve yaşanılır dünya için, zerre miktarı bile olsa, vesile olması temennisiyle... ve selâm...