Kotranıs Köyü yaklaşık 200 haneden oluşup tüm köy halkının akrabalık bağları birbirine çok yakındı. Tek geçim kaynağı hayvancılık olan köyde her ailenin en az 250 kiminin ise 600 ve daha fazla küçük baş hayvanı vardı. Yaşamın devamı güç ve zor şartlarda olsa dahi her yaşlının geçmişle ilgili bir yaşam öyküsü vardı. Yüzü dağlara dönük olan bu insanları hayattan almak o kadar zorduki ancak ölüm, heyecan, toprak ve dağların kokusu bir çılgına döndürüyordu onları.
Renga renk açan çiçekler ve bitkiler onlara gülümsüyordu yinede cenderme korkusu eziyordu bütün bu duygularını tıpkı Dırbaz Amcamın göğsünden vurduğu kurşun gibi… Hiçbir iletişim cihazı yoktu ne telefon nede televizyon mevcut köyde 3 adet pille çalışan delta radyo vardı sadece haberleri dinlemek için. Radyo etrafında toplanan yaşlı köylüler ülkedeki gelişmeleri TRT radyodan dinliyordu.
Özetlerde geçen bir haber güneydoğunun bir kaç ili sıkı yönetim tarafından yönetilecekti. 80 darbesinden sonra özet dışındaki haberleri dinleseler bile sıkı yönetim yüreklerine kor ateş gibi düşüyordu. Bazıları kafasını sağa sola salarken çok kötü oldukları tedirgin bir şekilde tütün sigarasını sararken derin düşünceleri kendini ele veriyordu. Cenderme korkusundan ötürü yarım kalan özgür yaşamları da sıkı yönetim ve sistemin ayakları altında çiğnenecekti.
Aradan 2 ay geçmeden bu yönetim köyümüzdeki karakolu ziyaret edilecekti. Bu aynı zamanda köy halkı içinde bir denetleme anlamına geliyordu ve halkın korkulu bakışları içinde komutan efendi askeri cemsler eşliğinde köyün içinden karakola doğru ilerliyordu. Ne yazıkki köyün ihtiyarları yerlerinden kalkıp şapkalarını göğüslerine dayayarak esas duruşta bekleyip bir askeri manga gibi komutan efendiyi karşılıyorlardı.
Saygılarını ihmal etseler bile cenderme korkusu ezecekti. Komutan tehditli bakışlarıyla o yaşlı insanları hafife alarak selam vermeden ilerlemeye devam etti. Saldırganlık bir tavırla… Karakolda yeni yasalar inkarcı kanunlar yasaklarla beraber düzenlemeleri yapacaktı ve bunları cenderme aracılığıyla köylüye iletecekti.
Nebırnav yaylasına göç başlıyordu Haziran ayında kıl çadırlar, yorganlar, yataklar, çitler katırlara, atlara yükleyip yaylaya doğru yola çıkıyorduk. Gaz lambasıyla aydınlanan kıl çadırlar ve en önemlisi gaz lambasının camıydı. Çok hassas olup erken kırılırdı camın içinden ip geçirerek aile içinde en güvenli olan birinin boynuna takılıyordu. Kırıldığı an ise uzun zaman karanlıkta kalma ihtimali vardı.
Çünkü şehre geliş gidiş çok az oluyordu. Kadınların omuzlarındaki heybeler, ellerindeki teşi yayla yolculuğu boyunca sohbetleri, anaların bulgur bulgur akan teri ve kederli ağızları çoğuları da kış hazırlığı için yorgun yorgun ilerleyip motif motif elindeki çorabı örüyordu. Kimisinin sırtındaki ponponlarla süslü heybenin içinde ise mışıl mışıl uyuyan bebeğiyle bereber ilerliyordu. Bazı aşık evindarlar da iki dudağının arasından kısık bir sesle fısıldayan bir stran söylüyorlardı yaylanın aşkına;
malan barkır lı lı çune zozané
diné lé diné lé dinara mın
kon wegértın çit dandura
keçé lé diné lé bermaliya mın
te ez kuştım lé lé ez xélandım lé
diée lé diné lé dinara mın
ez bé kesım lé lé ez be xalım
hevalo hogıro ber mala mın
dest kerımin lé lé avka sare lé
goşté mé xaro mışko mara lé
keçé lé rénde lé ber malya mın
Bir anne tırnaklayarak doğurduğu çocuğunu heybenin içinde uyanmasın diye ürkek ürkek yürüyordu. Güneşin parlak kırmızı ışıklarına doğru bitkiliğine rağmen güçsüz olduğunu hissetmiyordu. Yorgun olsa da bağrına basıyordu hiç yorulmadan tek bir kelime çıkmıyordu kederli ağzından. Yere düşen her ter damlası toprağı yoğuruyordu. Dağlara, yaylaya doğru yürüyenlere selam olsun… DEVAMI GELECEK…