NASA’nın açıklamasından sonra uzaylıları mı yazmamız beklenirdi bilmiyorum ama içimizdeki İrlandalılar gibi içimizdeki uzaylılar zaten hep vardı.
O nedenle bildiğim konudan saz çalmayı, bilmediğimle ilgili de uzaya laf kalabalığı göndermemeyi -seslerimiz uzay boşluğunda durduğu yerde duruyormuş çünkü- düşündüm ve Hakkarili meslektaşımın hediye ettiği ve beni çok etkileyen kitap üzerinden Doğu-Batı farklarını yazmaya karar verdim.
Hakkari Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Hakan Taş’ı, Bülten TV ekranlarındaki; Doğu Anadolu’dan gazeteci meslektaşlarımızın, kendi illerindeki haftalık gündemi aktardıkları, her cuma 21.00’da yayınladığımız Doğu Bülteni programından tanıyanlar olacaktır.
Hakan Taş’ı, geçen hafta Pazar günü Seçim Özel’de stüdyoda misafir ettik. O da tüm nezaketiyle, “Okumaya vakit buluyor musun?” diyerek yazının başlığındaki aynı adlı kitabını imzalayıp hediye etti.
Vakit buldum ve kitabı bir gecede bitirdim. Bitirdim çünkü dikkate değer konularda dikkate değer anılar vardı. Ve Doğu Anadolu’ya yayın yapan bir kuruluşta gazetecilik yapmama rağmen bilmediğim bir sürü gerçek yüzüme tokat gibi çaptı.
Şüphesiz, editörlüğü daha kuvvetli ve olay dizimi daha doğru olsa idi daha sürükleyici olurdu ama bu hali bile kara mizah ve hüznün damarlarımda seyretmesine, sahada yaşanmışlar üzerinden Doğu gerçeğini anlamama yardımcı oldu.
Okurken çok imrendiğimi de belirtmeliyim; tüm o olayların içinde deklanşöre basmayı, tüm o röportajların içinde olmayı arzu ettim.
“Batı’da ne kolay gazetecilik yapıyormuşuz”u çokça düşündüm, İstanbul başta olmak üzere zaman zaman Ankara’nın üstenci bakışına kahrettim.
Her bir bölümün sonunda “iyi ki gazeteciyim” diye de şükrettim.
Çatışmalar, adaletsizlikler, aşiretler, güç kavgaları, tarifi olmayan yoklukların içinde verilen mücadele var bu kitapta.
O mücadelenin adı aslında, derdini ‘gazetecilik’ vasıtası ile anlatarak var olma biçimi.
Yaşanan olaylardan dolayı üzerine ‘terörist’ etiketi yapıştırılmış bir halkın ne yaşadığının da resmi bu açıdan Hakan Taş’ın hatıraları.
“Gazeteci her yerde gazetecidir.” diye düşünenler olabilir.
Evet öyledir ama Batı’ya gittikçe gazeteci ukalalaşır. Batı zaten bildiğini söylemeyi hak olarak gördüğü için, gazetecilik elbisesiyle sesini daha gür çıkarır. Her şeyin en doğru bileni de odur, en fazlasını göreni de.
Doğulu meslektaşlarım daha mütevazı. Konuşurken kılı kırk yararak konuşuyorlar sanki. Önce dinliyorlar, sonra anlaşılmayacaklarını düşünürlerse eksik konuşuyorlar. Çünkü anlaşılmamak onların normali olmuş.
Önce güvenmek istiyorlar, güvendiklerinde sözlerini açıyorlar. Güvenilmemek de onların normali olmuş.
Halbuki çatışmanın en derinini görmüş, fark denen her ne ise onu en derinden yaşamış, tüm yoksunlukların baş aktörü olmuş kentlerde tanıklık etmediği olay kalmamış hepsinin de.
Batılı gazetecinin onda birine tanık olsa, günlerce ekranlarda ballandıra ballandıra anlatacakları onun 'mecburi normal'i üstelik.
Belki de normali olduğundan olsa gerek, bize enteresan gelenler onun için ballandırarak anlatmaya gerek duyduğu heyecanlar yaratmıyor yahut kültürü gereği acıya saygı duyuyor, ballandıra ballandıra anlatmaktan ar ediyor.
Bize de onların normaline şaşırmak düşüyor.
Geçenlerde yine Doğu Bülteni’ne katılan meslektaşlarımızdan Mikail Şan (Cizrem Gazetesi Muhabiri), 14 Mayıs seçimlerinden bir gün sonra meydana gelen çatışmada 1’i güvenlik korucusu 5 şehidin tören haberini gönderdi. Metin geldi ama fotoğraf gelmeyince sordum. Şehit cenazesi törenlerinin basına kapalı yapıldığını söyledi. Aslında çok basit bir mantığı var; güvenlik gerekçesiyle böyle yapılması normal. Gittiğim hiçbir şehit cenazesi basına kapalı yapılmamış ki bugüne kadar, akıl edememişim işte bu normali.
Yine Beytüşşebap’tan zaman zaman yayınlarımıza dahil olan Serdar Gökçe’nin, bir yayından önce, “O kadar çalışıyoruz ama bizi kimse görmüyor.” sözleri…
Sonra, yine ekranlarımızdan bildiğiniz Ardahanlı Fakir Yılmaz’ın nevruz haberi yazarken ‘v’ yerine ‘w’ kullanması ve bir harften dolayı mahkemelik olması ama sonra aklanması mevzuu. Ya hu adamın dili bu, normali o.
Bize baksanız o ‘nevruz’. Normali biz belirliyoruz, dünyada olduğu gibi her şeyin referansı Batı ya…
Üstüne bir de bölgenin zorlu fiziksel koşulları var.
Hakan Taş, tüm bunların özetini sunmuş kitabında. O özetin özeti de şu cümleleri:
“Yazın çatışma ortamı, susmayan silahlar, kışın gökten yağan beyaz tehlike, düşen çığ, kapanan yollar, kesilen elektrikler, hükumetin ihmali, kaybolan umutlar… Ve tüm bu yaşananları yazmak zorunda olan ben, yazdıkça da hedef olan ve hırpalanan yine ben…”
Allah’tan şimdi eskisine göre azaldı silah sesleri. İklim değişikliğinden dolayı da çok fazla çığ haberi duymuyoruz artık. Bir de bitmeyen Van-Hakkari yolu gibi yolları yapsalar, yolda hastalar da ölmeyecek.
Batı’daki hiçbir gazetecinin ailesi çocuğumuz gazeteciliği bıraksın diye türbe türbe dolaşıp adak adamaz, fotoğraf makinesini evin arka bahçesine gömmez, Metin Göktepe öldürüldü diye evli barklı koca oğlunu 3 gün eve hapis etmez.
Batı’daki hiçbir gazetecinin aklına ‘kaleşnikof’a ‘kalemnikof’ uydurması yapmak da gelmez.
Gelmez ama yine en iyisini, en normalini o bilir.
Hakan Taş, bu bilmişliği de şu cümlelerle özetlemiş:
“Hakkari’de silah sesleri hiç azalmıyordu. Sıcak çatışma gece ve gündüz devam ediyordu. Dönemin medya patronları Ankara ve İstanbul’da masa başında oturarak bizi ateşe atıyorlardı. Bu kadar zor bir görevin maddi karşılığı da fazla değildi… Dayak yiyen biz, hırpalanan, aç kalan, tehlikelerle boğuşan biz, keyif yapan onlardı.”
Tüm gerçekleri yüzümüze tokat gibi çarptığınız, tüm normalleri sorgulattığınız için teşekkürler Hakan Taş…